Deniz Sarı… Gök Kızıl… Güneş Mavi… Saçların Yıldız…

265 |

Denize iyice yaklaştı… Dalgalar parmak uçlarına kadar geliyor, ılık bir meltem, yüzünü okşayarak geçiyordu. Sonra boş bir banka oturdu, başı ve sonu belli olmayan sahilde tek başınaydı. Aslında tek o yoktu. Biraz ileride iki sevgili el ele yürüyordu. Onun biraz ötesinde bir anne çocuğuyla oyun oynuyor; ona çocuk olmanın ne olduğunu öğretiyordu. Sahil boyunca bir sürü insan, bir sürü seyyar satıcı vardı. Hepsi, evlerine, ellerinde ekmek parasıyla dönebilme çabasında. O ise bunların farkında bile değil, kendi yalnızlığında…
Düşündü bugün yaşadıklarını… Düşündü… Sokakta bir kadın dileniyordu. Kucağında çocuğu, daha iki üç yaşında, ara sıra öksüren. Düşündü… Çocukları düşündü, çocuk gözlerini, o masum gülüşlerini… Hep çocuk kalmayı düşündü. Çocukça oyunlar oynayıp hayaller kurmak… Sonra çalışan çocukları düşündü. Ayakkabı boyayan, arabaların camını silen, simit satan çocukları… Zengin çocukları geldi aklına… Bir an küfretti içinden hayata. Aslında onlar da çocuktu, onların da masumca gülüşleri, oyunları, gözleri vardı. Küfredişinin sebebi; acımasızlığa, eşitsizliğe, haksızlığa…
Bir an eli cebindeki şekere değdi. Ve sevdiği düştü aklına bütün gerçekleri unutarak. Sevdiğini, sevdiğine söylememişti. İtiraf edememişti bir türlü. Aslında söylese de değişen hiçbir şey olmayacaktı. Çünkü tünelin sonu karanlıktı, umut ışığını görememişti gözlerinde. Yine de seviyordu, sevmeye de devam edecekti, onu unutturana kadar kendine. Cebindeki şeker sevdiğinden armağandı. Sevdiğine bir gün bile sevdiğim diyemediği hâlde armağandı. Aslında basit bir şekerdi bu, bakkallarda Türk lirası karşılığı çok düşük olan basit bir ağız tatlandırıcı. Şekeri avucunun içinde sıktı. “Seni yemeyeceğim.” dedi. “Seni defterimin arasında solana kadar saklayacağım. Solmuş bir gül kokun olmayacak belki. Belki unutulup gideceksin. Seni unutulana kadar saklayacağım, seni.” dedi içinden.
Bir çocuk koşarak geçti önünden, bütün hayallerini yırtarak. Belki de iyi yapmıştı. Gerçeklerine döndürmüştü onu, acı gerçeklerine.
Denizi düşündü. Denizin rengini, tuzunu, yosununu, balıklarını, ufuktaki çizgisini düşündü. “Denizin sınırı var mıdır?” diye düşündü. Sonra, “Denizin sınırı olmaz.” dedi
kendi kendine, “Denize hiç sınır çizilir mi?”
Deniz olmayı düşündü. Deniz olmak… Masmavi bir güneş, hiç batmayan, geceleyin koyu lacivert… “Deniz olmak yetmezdi, okyanus olmalıyım.” diye düşündü. Koskocaman belki de bir evren kadar büyük. Bir an gözüne denizin kıyısındaki pet şişeleri, yarısı yenmiş yiyecekler, atıklar, insan atıkları ilişti. Ve vazgeçti deniz olmaktan.
İnsanları düşündü, insanları sevmeyi… “İnsanları sevebilir miyim?” diye düşündü. Dünyadaki bütün insanları, renkleri, ırkları, dinleri, dilleri aynı olmasa da yine de sevebilmeyi. Çünkü her şey bir insanı sevmekle başlıyordu. “Bir insanı sevmekle başlayabilir miyim her şeye?” diye düşündü. Çünkü insanlık tedavisi olmayan kötülüğün mikrobunu her yere bulaştırmıştı. Devir acımasızlığın, paranın, ikiyüzlülüğün, ihanetin, arkadan vurmaların, hainliğin, çıkarcılığın devriydi. Yine de içinde bir umut taşıyordu. Fırından yeni çıkmış börek gibi sıcak, taze, gevrek… Belki diyordu, belki değiştiririz, belki gücümüz yeter. Belki şarkılarla, belki kitaplarla…
Aslında umutsuzluk denizinde yürüyordu. Tek başınaydı. Yalnızlık kabuğu koruyordu onu her şeyden ve herkesten. Etrafında bir sürü sahte gülümsemeler uzanan
sahte dost eller vardı. Yalnız olduğunun farkındaydı. Her şeyin bir oyun, bir yalan olduğunun farkındaydı. Yalnızlık kabuğunda kanadıkça kanar, kanadıkça kendince bir şeyler yazardı. Güneş kendini denize bırakmıştı. Ve sonra oturduğu banktan kalktı, yine denize iyice yaklaştı. Gözlerini kapattı.

Düşüncelerimde boğuluyorum… Uzat bana ellerini…

Şiiri Değerlendir
tick image
Şiiri Paylaş