21. Yüzyılda Değişen Güvenlik Algılamalarının Dünya Siyasetine Etkileri
478
|
1962 yılında Küba Krizi ile ortaya çıkan nükleer savaş tehdidi, II. Dünya Savaşı’ndan sonra yaşanan ilk büyük kriz olmuştur. Nükleer bir savaşın olası sonuçları sadece ABD ve SSCB’yi etkilemeyeceği için bütün dünyayı bir korku ve endişe sarmıştır. Bu krizin ardından iki süper güç ABD ve SSCB nükleer silahların kullanılmasına neden olabilecek sürtüşmelerden uzak durmaya çalışmışlardır. Her iki süper güç de ilk vuruş kapasitesine sahip olamadığından dolayı ilk hareketten kaçınmışlar ve dolayısıyla ortaya bir “dehşet dengesi” çıkmıştır.
Dehşet dengesinin ortaya çıkmasıyla birlikte, dünyadaki dengelerin ne kadar ince bir çizgi üzerinde olduğu görülmüştür. Bu nedenle iki bloklu sistemde dehşet dengesi “yumuşama-detant” dönemine geçişi zorunlu kılmıştır. Bunun bir sonucu olarak, dönemin nükleer güçleri ABD ve SSCB, her iki tarafın birbirlerine karşı nükleer bir saldırıda bulunmayacağı şeklinde bir mekanizma geliştirmişler ve SALT-1 Antlaşması ile nükleer silahlara sahip olan ülkelerin artmasını engelleyecek önlemler alınmıştır.
Soğuk Savaş dönemindeki güvenlik algılamaları ile ilgili olarak yapılabilecek en genel tespit, söz konusu dönemde güvenlik tehdidi yaratacak öznenin devletler olduğudur. Soğuk Savaş ve özellikle 11 Eylül sonrası sistemdeki değişimle birlikte güvenlik kavramının kapsamı küresel terör, örgütlü suç şebekeleri, uyuşturucu, silah ve insan ticareti, yasadışı göç, etnik ve dinsel nitelikli çatışmalar ve kitle imha silahlarındaki artış gibi tehditlerle daha da genişlemiştir
1990’dan sonra, küreselleşme olgusuyla beraber sermayenin dolaşımının önündeki engeller kalkmıştır. Tıpkı haberleşme teknolojilerindeki ilerleme gibi bu durum da terör örgütlerinin işini daha da kolaylaştırmıştır. Teröristler, kara paralarını aklama ve istedikleri anda transfer imkânına kavuşmuştur. Terör örgütleri ve suç şebekeleri ülke sınırlarının dışına açılmış, küresel alanda eylem yapabilecek hâle gelmişlerdir. Sermayenin dolaşımı, örgütlerin kara paralarını daha kolay aklamalarına imkân sağlarken, internet ve mobil telefon gibi araçlar, terörist örgütlerin gerek kendi militanlarıyla gerekse diğer örgütlerle daha rahat irtibat kurmalarını olanaklı hâle getirmiştir. İnternetle birlikte siber terörizm gelişmiş ülkeler için yeni bir sorun haline gelmiştir.
Küreselleşme, sadece ABD’nin çıkarlarına hizmet etmemiştir. Yan ürün olarak terör örgütleri de bu ortama uydular ve yeni yetenekler kazanmışlardır. Esnek, çabuk
karar alabilen, bağımsız mali yapıya sahip, teknolojiyi çift amaçlı kullanabilen, kendi istihbaratını üreten, küresel düşünüp yerel eylem yapma kapasitesine sahip örgütler hâline geldiler. Çözüme kavuşturulamayan siyasal ve dini sorunlar bir yandan da küreselleşen örgütlere ivme kazandırmaya devam etmektedir.
Tarihin her dönemi, kendi koşullarına uygun türde savaşlar yaratmıştır. Yani her dönem kendi savaş türünü ortaya çıkarmıştır. 11 Eylül saldırıları da göstermiştir ki bu yüzyılın savaş türü “Asimetrik Savaş” olacaktır. Asimetrik Savaş en yalın hâliyle şöyle tanımlanmaktadır: “Aralarında konum, biçim ve belirli bir eksene göre ölçü uygunluğunda farklar olan iki düşman kuvvetin çatışması.” Bir diğer tanıma göre ise, “Asimetrik Savaş, meşru olarak harp etmeden, özel hayati hedeflere alışılmamış usullerle saldırı, siber ve bilgi savaşı şeklinde halkın yaşam ve psikolojisini felç eden hatta kitle imha silahları dahi kullanarak yapılabilecek her türlü savaş şeklidir.”
Önce Tarihin Sonu tezini ortaya atan ABD, daha sonra Medeniyetler Çatışması tezi ile Doğu Blok’undan boşalan boşluğu doldurma çabasına girmiştir. Çünkü 21. yy. ABD “Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi” ile Küresel Amerikan İmparatorluğu hedeflenmektedir. Bunu başarması için de karşısında bir rakip, bir düşmandan beslenmesi gerekmektedir. Yani 21. yy. uluslararası sistemi güç dengesine göre değil, Amerikan hegemonyasına göre kurulmuştur. 11 Eylül terör saldırıları da ABD’nin bu amaca ulaşması için önemli bir fırsat olmuştur. ABD dünya hegemonyasını kurmak ve tüm dünyada yayılmak için kendince meşru bir hak elde etmiştir.
Oysaki terör yeni bir olgu değildir ve Türkiye’nin de içinde bulunduğu pek çok ülke halen terörle iç içe yaşamaktadır. İspanya’da ETA, İngiltere’de IRA ve İsrail’in kurulmasından itibaren İsrail ve Filistin için terör günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Ancak 11 Eylül terör saldırıları hem teröre bakış açısında hem de güvenlik algılayışında sadece ABD’de değil, tüm dünyada önemli bir değişime neden olmuştur. Çünkü Soğuk Savaşın galibi ve sonrasında oluşan yeni dünya düzeninin lideri ABD, ilk kez Pearl Harbor’dan bile daha yıkıcı bir saldırıya maruz kalmıştır. Bu terörist eylem, ABD’nin kurduğu düzene ve onun hegemonyasına açık bir başkaldırıdır. Bu nedenle, bu saldırılara ABD’nin düzenin kurucusu ve savunucusu olarak vereceği cevap hem kendi prestiji hem de terörle uzun yıllar iç içe yaşayan ülkeler için önemli bir örnekti.
ABD öncelikle terörü “yükselen yeni küresel tehdit” yani “ortak düşman” ilan etmiştir. Bunun sonucunda BM ve NATO’nun da desteğiyle 11 Eylül’den sorumlu tuttuğu El Kaide ve Afganistan’a savaş açmıştır. Bu savaşın meşruluğu tartışılsa bile uluslararası alanda bir haklılık payı görülmüştür. Ancak ABD, “Bush Doktrini” olarak bilinen doktrinle birlikte yeni bir strateji ortaya atmıştır. Bu doktrine göre, ABD kendisine tehdit olarak gördüğü kişi ya da devletlere, onlar ABD’ye saldırmadan önce saldırabileceği öngörülmüştür. Bunun da ilk örneği Irak’ta yaşanmıştır.
Bush, Irak’ın ABD’nin geleceği için tehdit oluşturduğunu öne sürmüş, kitle imha silahlarını ve teröre verilen desteği neden göstererek, Irak’a savaş açmıştır. Afganistan savaşı, BM ve NATO’nun desteğine rağmen meşruluğu tartışılmakla birlikte, Irak savaşı, uluslararası ortamda hiçbir meşruiyeti olmayan bir savaştır. Çünkü Irak’ın işgali sonrasında, savaşa neden olarak gösterilen kitle imha silahları bulunamamıştır. Bu nedenle, bu savaşın kitle imha silahlarıyla ilgisi olmadığını, ABD’nin kurmaya çalıştığı küresel hegemonyası için önemli bir adım olduğunu görmekteyiz.
Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi aslında yeni bir şey değildir. Dick Cheney ve Paul Wolfowitz gibi isimlerin yer aldığı yeni muhafazakârlar tarafından 1997’de ortaya
atılmıştır. Ancak o dönemde kendine uygulama alanı bulamamış, 11 Eylül, bu planın uygulanması için zemin hazırlamıştır. Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi (GBOP) de Yeni Amerikan Yüzyılı projesinin bir parçasını oluşturmaktadır. ABD Savunma Bakanlığı bu doğrultuda “Savunma Stratejisi” ve “Ulusal Askeri Strateji” başlıklı iki önemli belge yayınlamıştır.
Bu belgelerde en dikkat çekici madde “önleyici müdahale 'dir. Eskiden tehdit olarak gördüğü ülkelere saldırmayı kendisinde hak olarak gören ABD, artık “tehdit oluşturmasından endişe duyduğu ülkelere” bile saldıracaktır. Bu strateji sadece ABD’yi değil, terörle sorunu olan tüm ülkeleri de bağlamaktadır. Çünkü diğer devletler de ABD’yi örnek alarak “önleyici müdahaleyi” benimseme yoluna gidebilirler ve bazıları da bunu fırsat olarak görmektedirler. Örneğin Rusya, Çeçenler konusunda, İsrail, Filistin üzerinde bu teze dayanarak ciddi baskılar oluşturmaktadır.
GBOP ve Küresel Amerikan İmparatorluğu bağlamında Pentagon birtakım hedefler sıralamıştır. Bunlardan en önemlileri; Irak’ın terörizme olan desteğinin yok edilmesi, K. Kore liderinin iktidardan uzaklaştırılması, İran rejiminin 2010 yılından önce bir darbe görmesi, S.Arabistan’ın dini okullara verdiği desteğin durdurulması, Çin’in, ABD’nin liderliğini tehdit edebilecek tek güç olması, bu nedenle Çin’in kapitalist sisteme iyice entegre edilmesi. Burada da görüyoruz ki ABD’nin nihai amacı, küresel bir hegemonya kurmak ve bunu sürekli kılmaktır.
Ancak bu büyük strateji, yeni dünya düzeni için 11 Eylül saldırılarından çok daha tehlikeli olabilir. ABD önleyeceğini söylediği tehditleri bizzat kendisi oluşturmaya başlamıştır. ABD’nin bir medeniyetler çatışmasını kabul etmesi ve her kültürde aynı olan ahlaki doğruyu yerleştirmek için savaştan bahsetmesi de bir “cihat 'tır. Bush iktidarının kendi diplomatları dahi isyan etmekte, yeni güvenlik stratejisinin kaos ve belirsizlik getireceği uyarısında bulunmaktadır.
Yeni stratejiyle ABD’nin kendi güvenliğini bile sağlaması mümkün değildir. Çünkü yeni strateji “düşman” üretmektedir. Düşmanlarının sayısını çoğaltan ABD’nin
güven içinde olması düşünülemez. Aynı şey dünya içinde geçerlidir. Bush yönetimi, yeni stratejiyle sadece kendi ülkesini değil, tüm dünyanın güvenliğini tehlikeye atmakta küresel terörün ekmeğine yağ sürmektedir. Bu nedenle Bush yönetiminin öncelikle “düşman üretimini” durdurması, dünyanın güvenliğini tehlikeye atacak ayrımcı, dışlayıcı, savaşçı politikalardan vazgeçmesi gerekmektedir.